YER: Hapishaneler
TARİH: Nisan-Mayıs-Haziran
1984
12
Eylül 1980 sabahında ülke yönetimine el koydu faşist cunta. Kendine karşı olan
ne varsa kırmaya, yıkmaya, yok etmeye başladı. Tutuklamalar, işkenceler,
infazlar ve hapishaneler... Cunta 45 milyon halkı teslim almak istiyordu.
Hapishaneler
cuntayla beraber çetin çatışmaların yaşandığı bir yer haline geldi. Cunta daha
ilk yıllarında dışarıdaki muhalefeti önemli oranda etkisizleştirirken, hemen
ardından susmayan, teslim olmayan, direnişin odağı haline gelen hapishanelere
yöneldi. Cuntanın soluğunu enselerinde hissetmeleriyle beraber çareyi kapağı
yurtdışına atmakta bulanların, mücadeleyi tatil edenlerin hapishanelerde de
durumu farklı değildi. Onlar halka güvensizliği, devrime inançsızlığı yaşarken,
yaşadıkları teslimiyete de kılıf aramakla meşguldüler.
Dışarıda
cuntayı savaşla karşılayan Devrimci Sol, hapishanelerde de aynı tavrını
sürdürdü. Zaten hapishanelerde saldırılar cunta öncesi başlamış, cuntayla
beraber giderek tırmanmıştı. Hapishaneler cephesinde önce Mamak, ardından
Diyarbakır düştü. Düşman sevinç çığlıkları atıyordu. Sıra İstanbul
hapishanelerini teslim almaya gelmişti. İstanbul hapishanelerindeki devrimci
tutsaklar Nisan '81'de Metris'e toplandı ve "Mamaklaştırma" saldırıları
başladı...
Devrimci
tutsaklar Metris’te düşmanın tüm saldırılarını boşa çıkarmasını bildi. Açlık
grevinden barikatlara kadar birçok direniş gerçekleştirildi. Cuntanın saldırı
politikasının en boyutlusu olan Tek Tip Elbise saldırısı gündeme getirildi.
Tutsaklar da açlığa yatırdıkları bedenleriyle cevap verdiler. Ölüm Oruçlarına
yattılar.
82-83’te
peşpeşe açlık grevleri yapıldı. İşkence her gün
tekrarlanan bir vahşet boyutundaydı.
1984’ün
Nisan’ında Metris büyük bir direnişe, büyük bir alt-üst oluşa hazırdı. Ve
beklenen ilk kıvılcım Metris'in en berbat koğuşlarından B-2 koğuşunda tecritte,
14 tutsak tarafından çakıldı. 11 Nisan’da B-2’de başlatılan açlık grevine hemen
ertesi gün diğer koğuşlardaki devrimci tutsaklar da katıldı. 13 Nisan’da
bayanlar koğuşundaki tutsakların da başlamasından sonra bu kez Sağmalcılar hapishanesindeki
tutsaklar da bedenlerini açlığa yatırdılar. Hapishanelerde süren irade
çatışması en üst aşamasına ulaşmıştı. Gidilecek yol uzun, varılacak hedef
büyüktü. Bunu bilen cunta direnişi daha başında kırmak için harekete geçti.
Tecrit
dışındaki koğuşlarda açlık grevine başlayan tutsaklara yöneldi öncelikle
düşman. Metris'in o bildik sahneleri yaşanmaya başladı. Koridor eli coplu,
şartlanmış bakışlarla her an saldırmaya hazır askerlerce doldu. Koğuşlara gelen
subaylar tek tek isimleri okumaya başladı.
Bu
bir sürgündü. Tutsaklar Metris'te E Blok'un arka yüzündeki Sibirya denen
koğuşlara götürülüyordu. Sibirya tüm koğuşlardan uzak, suyun akmadığı,
elektriklerin doğru düzgün yanmadığı, buz gibi soğuğu olan bir yerdi.
Böylelikle düşman Sibirya'ya topladığı direnişçi tutsakları diğer tutsaklardan
ayırıp tecrit etmiş, aralarına kalın duvarlar çekmiş olacaktı.
Direnişi
kırmak için saldırdı düşman. Tutsakların üzerindeki giyecek olan ne varsa parça
parça edildi. Cop darbeleri altında deriler soyuldu.
Birbirlerine kenetlenen tutsaklar sloganlarla cevap verdiler saldırıya. Tüm
koğuşlarda "Kahrolsun Faşizm", "Asker Değil Siyasi Tutukluyuz"
sloganları yükseldi. Tüm tutsaklar Sibirya'ya geldiklerinde her türlü saldırıya
rağmen direnişi sürdürmüş olmanın, saldırıyı tek bir yumruk gibi kenetlenerek
karşılamış olmanın coşkusu ve güveni içerisindeydiler. Ve dillerinde yükselen
direniş türküleriyle karşıladılar geceyi...
....
Tecrit
koğuşları gün 1 Mayıs'a dönerken sabaha doğru 03.00'te açıldı. Kapının
açılmasıyla beraber düşman subayı görüldü. Başında yeşil beresi, elinde yanan
sigarasıyla sırıtarak baktı tutsaklara. 21 gündür açlık grevinde olan 14 tutsak
hemen birbirine kenetlendiler. Fakat bu kez düşman bildik operasyonlarından
birisi için gelmemişti. Direnişi kırmak için yeni yöntemlerle gelmişti.
Metris'in celladı olan binbaşı bu kez papazlığa soyunmuştu.
-Arkadaşlarınız
Sağmalcılar'da şekerli su alıyor, siz neden almamakta
ayak diriyorsunuz, dedi binbaşı yumuşak bir ses tonuyla.
Tutsakların
şeker almadığını bilen binbaşı kendince bu taktiğiyle direniş saflarında bir
gedik açmaya çalışıyordu. Fakat düşmanı da, binbaşıyı da iyi tanıyan tutsaklar
hemen cevaplarını binbaşının suratına patlattılar.
-Şekerini
al, başına çal.
Aldığı
cevap karşısında binbaşıya gerisin geriye gitmek kaldı. Bir saat sonra ise 14
tutsağın Sağmalcılar'a sevki okundu. Şimdi düşmanın
bu hamlesini boşa çıkartan tutsaklar 1 Mayıs sabahında Sağmalcılar'a
doğru yola çıktılar.
DİRENİŞ, ÖLÜM VE YAŞAM
Açlık
grevi adım adım ilerlemeye, programı gereği
aşamalardan geçe geçe yürümeye devam ediyordu.
Hazırlanan programa göre 30. ve 40. günde bir gruba açlık grevi bıraktırıldı.
45. Güne gelindiğinde ise açlık dolu soluklar kavganın yeni bir aşamasına
geldi. Zulmü geriletmek için şimdi bedenler ölüm silahını kuşanmıştı. Zulüm Ölüm Oruçlarıyla teslim alınacaktı.
Açlık
grevinin 45. gününde Sağmalcılar Özel Tip hapishanesinde, 49. günde de Metris
hapishanesinde yapılan anonslarla Ölüm Orucu başladı. Devrimci Sol ve TİKB
davasından toplam 16 tutsak ölümü kuşatıp teslim alma yarışında en önde
yürümenin onuruyla saldırdılar düşmana. Ölüm Orucu savaşçıları zafere olan
inançlarıyla yoldaşlarına, ailelerine vasiyetlerini yazdılar.
Eylem
Anadolu hapishanelerinde de yankısını buldu. Devrimci Sol tutsakları Elazığ,
Bartın ve Çanakkale’de de ölüm orucuna yattılar... Ölüm Orucu düşmanın
korkularını büyüttü. Daha 30'lu günlerde ölümlerden korkmaya başlayan düşman
tutsakları hastaneye göndermeye başlamıştı. Ölüm Orucuyla beraber ölümlerin
hapishanelerde yaratacağı etkiyi düşünen düşman Ölüm Orucu direnişçilerini
zorla Haydarpaşa Askeri Hastanesi'ne sevk etti. Şimdi Ölüm Orucu Haydarpaşa'nın
zindanı aratmayan koğuşlarında sürmeye başladı.
...
Ölüm
Orucunun 63. gününün son dakikaları yaşanırken saat 23.40'ı gösterdiğinde
hastane koğuşunda bir ses yükseldi:
-Yoldaşlar Apo
Şehit oldu...
63
gün süren maratonda "Nasılsın Apo?" diye
sorulduğunda, "İyidir iyi" diyen Apo ilk
saplandı düşmanın bağrına. "İpi ilk ben göğüsleyeceğim" diyen Apo ölümü yenmenin, zaferin müjdecisi olmanın onuruyla
kapadı gözlerini. Bütün yoldaşlar Apo'nun başına
toplandılar. Zafere bir adım daha yaklaşmış, bu gece ölümü yenmiş olmanın
gücüyle Apo'yu kaybetmiş olmanın acısı ve öfkesiyle
kenetlendiler.
Yoldaşları
Apo'yu önce tören için hazırladılar. Apo'nun bedeni sabunlu suyla silinip kurulandı. Yatağına
boydan boya beyaz çamaşır serildi. Temiz iç çamaşırlar, pijama giydirildi.
Çenesi ve ayak parmakları bağlandı. Üzeri kırmızı karanfillerle bezendi. Apo kırmızı karanfiller içerisinde gülümsedi geride kalan
yoldaşlarına. Kollar Apo için havaya kaldırıldı,
yumruklar sıkıldı. Hasan Telci'nin ölüme inat
savrulan sesinde bir şiir yükseldi koğuşta:
“Akın var
Güneşe
akın
Güneşi
zaptedeceğiz
Güneşin
zaptı yakın
Ölenler
dövüşerek öldüler
Güneşe
gömüldüler”
Bu
kez önderimiz Apo'yu anlatmaya başladı:
- Bu gece ölümü yendik
yoldaşlar... Hayır Apo ölmedi,
bu onurun savunulduğu her kavgada yaşayacak... Onun bedenine sardığı onur
bayrağını şimdi bizim bedenlerimiz taşıyacak.
Apo'nun
düştüğü saatlerde Fatih ve Haydar da bilinçlerini kaybetmiş durumdaydı.
Yaşananları anlamıyorlardı. Apo'nun şehit düştüğü
onlara da söylendi. Fatih tüm gücünü toplayarak yumruğunu sıkıp "Apolar ölmez" diye haykırdı, sloganlar yükseldi.
"Apolar Ölmez"
"Ölüm
Orucu Şehitleri Ölümsüzdür"
...
Ölüm
haberleri tez ulaştı Sağmalcılar'a. Ölüm Orucunun 67.
gününün akşamında tutsakların sesleri yankılandı tüm koğuşlarda.
Apo'yu
Haydar ve Fatih izledi. Aynı güne iki ölüm sığdırmıştı Ölüm Orucu savaşçıları.
Öfke kınına sığmazken zafer adım adım yaklaşıyordu.
66.
gün 17 Haziran Pazar...
Sabah
saat 06.15'te Ölüm Orucunun ikinci şehidi verildi. Haydar Başbağ
Şehit düştü. Yoldaşları yine Apo gibi Haydar'a da
tören yaptılar.
Haydar'ın
ölümsüzlüğe uğurlandığı saatte bu kez de siper yoldaşı Fatih Öktülmüş ipi göğüsledi.
Ölüm
Orucunun 69. günü düşman önderimizi tehdit ederek direnişi bölmeye,
parçalamaya, aklınca kırmaya çalıştı. Düşman 69 gündür açlığa, ölüme
direnenlere operasyon çekmekten geri kalmadı. Önderimizi ancak operasyonlarla
koparıp alabildi. Ancak bu da direnişi kıramadı.
Ölüm
Orucu 75. gününde Sinan Kukul'un önce hücredeki,
sonra da hastanedeki yoldaşlarının kulağına fısıldadığı parolayla bitti.
Sinan
Kukul hastaneden ayrılırken yoldaşlarına şöyle
seslendi:
-Yoldaşlar, onurlu ve görkemli
bir direniş yarattınız. Direnişimiz esas olarak hedefine vardı. Şimdi önemli
olan yaşama dönmeniz. En kısa sürede sizi aramızda görmek istiyoruz. Kendinize
iyi bakın.
75
gün süren irade savaşını zulme karşı bedenlerini ölüme yatıranlar kazandı.
Ölüm
Orucu yılgınlığa, ihanete rağmen teslim olunmayacağının tarihsel bir örneğiydi.
Ölüm
Orucu davaya bağlılığın, halk için kendini feda etmenin adıydı.
Ölüm
Orucu sonuçlarıyla siyasal bir zaferdi. Düşmanın tüm silahları elinden alınmış,
hapishanelerde inisiyatif kazanılmıştı.
***
1984 Ölüm
Orucu’nda Devrimci
Solcularla
Omuz Omuza Şehit Düşen
M. Fatih Öktülmüş’ün Özgeçmişi:
Yıllar yılı sözcüğün tam anlamıyla kanı ve canı
pahasına yürüttüğü mücadelede aldığı kurşun yaralarına, her yakalandığında akıl
almaz işkencelere, cezaevlerinde geçen uzun ve zahmetli yıllara, gündüz ve gece
farkının çoğu kez silindiği, olağanüstü bir enerji ve çalışma ile geçen
yılların yıpratıcılığına rağmen, sporcu vücudun formu yine de tamamen
bozulmamıştır. Yalnız sağ kolunun, artık işlevini yitirmiş bir et yığını gibi
aşağı doğru sarktığı dikkatinizi çeker. Bu bir “güzellik nişanı”dır.
29 Eylül 1980 günü, aynı zamanda teyzesinin oğlu olan can yoldaşı Osman Yaşar Yoldaşcan’la birlikte girdiği bir çatışmada o hale
gelmiştir bu kol. Ama o aynı kol, ondaki o korkunç irade gücünü, koşullara boyun
eğmezliği dile getiren bir “azim anıtı”dır aynı zamanda.
Yıllar boyu canını dişine takmış, kolunu kalem tutar, kaşık tutar, tıraş bıçağı
tutar hale getirmiştir. 1949 Trabzon doğumludur. Yargıç bir babanın oğlu
olarak, çocukluğu Anadolu’nun çeşitli yörelerinde geçti. Çocukluğu ve ilkgençliği için söylenebilecek en özlü şey, ilerde seçkin
bir devrim savaşçısı olarak sergilediği bireysel erdemlerin birçoğuna daha o
yıllardan itibaren sahip olduğudur. İnsan sevgisiyle doludur, paylaşmayı sever,
dürüsttür, fedakar, çalışkandır. Üstelik,
bunlar daha sonra onda işlenmemiş, ham bir halde kalmamıştır. Sınıf mücadelesinin
örs ve çekici arasında, proletaryanın bilimsel dünya görüşünün potasında
yeniden şekillenmiş, arınmış, zenginleşmiş ve bu haliyle insanlığın kurtuluşu
davasının hizmetine sunulmuştur. Fatih’i Fatih yapan, onu belki erdemli ve
yetenekli ama kendinden başkasına fazla hayrı dokunmayan herhangi bir dürüst
küçük burjuva aydınından ayıran “Fatih farkı” da işte buradadır.
Nüfus kayıtlarındaki doğum tarihi 1949’dur ama
ölümsüz bir proletarya kahramanı olarak M. Fatih Öktülmüş’ün
asıl doğum tarihi 1968’li yıllardır.
O yıllarda ODTÜ Elektrik Mühendisliği Fakültesi
öğrencisidir. Parlak ve başarılı bir öğrencidir. O’nu asıl kendine çeken, o
yıllarda yükselmekte olan devrimci gençlik eylemleridir. Çok sürmeden (Bu yöneliş,
bir sürükleniş veya kendini “moda” olana kaptırmanın sonucu değil, bilinçli ve
kararlı bir tercihin sonucudur.) ODTÜ’de birçok devrimci eylem içinde
bulunmuştur. Benzetme yerindeyse, bu yıllar devrimci mücadele içinde O’nun “çıraklık
yılları”dır.
12 Mart dönemi Fatih’in devrimci yaşamında da
amatörlük dönemini kapatıp, profesyonel devrim savaşçısı döneminin kapısını
araladı. 1971 yılının Ağustos’unda polisin eline geçti. Bu O’nun ilk yakalanışıydı.
Ama bütün tecrübesizliğine rağmen, işkence tezgahlarının
gelecekteki Fatih’ini haber verircesine, onurlu, baş eğmez ve soğukkanlıydı. O
günden sonra “işkence tezgahı” ve “FATİH” adları ne
zaman yan yana gelmişse, görkemli bir direniş efsanesi çıkar her seferinde
karşımıza.
12 Mart, geçmişin nice “ünlü” ve “hızlı”
devrimcisinin(!) soluğunu tüketir, içlerini boşaltır, “emekliliğe” ve sakin
limanlar arayışına yöneltirken, O, artık kalfalık dönemini de geride bırakmış,
olgun ve usta bir devrim savaşçısı olarak hedefine varmak için sabırsızlanan
bir ok gibidir. Cezaevinden çıkar çıkmaz Ankara gençliğinin mücadeleleri içinde
yer aldı. Aynı dönemde Ankara Bina, Ders Aletleri Yapım
Merkezi, TEK, YSE, PTT, 1014 Ağır Bakım gibi çeşitli fabrika ve işyerlerinde,
tabanda işçiler arasında devrimci ilişkiler kurmaya ve bunları geliştirmeye
çalışırken, bir yandan da Baysan-İş, Köy YSE İş, Yeni Haber İş, Tes-İş Federasyonu içinde devrimci muhalefet hareketlerinin
gelişmesi için çaba harcıyordu.
Sonra Adana’ya gitti. O yıllarda (1975), başta Adana
olmak üzere Çukurova bölgesinde işçi ve emekçi kitle hareketi yığınsal bir
patlamanın sancılarını yaşıyordu. Fakat ileriki yıllarda dev dalgalar halini
alan bu mayalanma henüz devrimci militan bir önderlikten yoksundu.
Tüm Çukurova’da o dönemde büyük yankı yaratan ve
ağaç kolunda o güne kadar bölgedeki ilk grev olan 1975’teki Mantex
grevini örgütleyen ve yöneten oydu. Bunun yanı sıra, irili-ufaklı veya fiili
sayılı yığınsal direniş, grev, yürüyüş, gösteri vb.nin örgütlenmesinde imzası
vardı. Devrimci propaganda ve örgütlenme faaliyetlerini kırsal kesime; tarım
proletaryası ve emekçi köylülük içine de uzatarak, tarım işçilerinin sendikal
örgütlenmesine büyük katkılarda bulundu, birçok köyde dernek kurulmasına önayak
oldu. Yoksul gecekondu semtlerinde de bir yandan halkın derneklerde örgütlenmesi
için çalışırken, bir yandan da MHP’li faşistlerin birçok semtten sökülüp
atılması mücadelesini bizzat yönetti.
(Yukarıdaki özgeçmiş, Haziran Yayınevi tarafından yayınlanan
Direniş Ölüm Yaşam adlı kitaptan alınmıştır.)